
Şiddet Kültürü ve Siyasi Himaye
Toplumlar, siyasal istikrarlarını yalnızca hukuki kurumlarla değil, aynı zamanda ortak değerler, meşruiyet sınırları ve şiddetin sınırlandırılması ilkesine duyulan kolektif sadakatle kurar. Ancak bu temel, siyasi iktidar tarafından doğrudan ya da dolaylı yollarla sarsılırsa, şiddet sadece münferit eylemler olarak değil, toplumsal bir alışkanlık ve bir kültür biçimi olarak örgütlenmeye başlar. Türkiye, tarihsel olarak bu türden pek çok deneyimin sancısını yaşamış bir ülkedir.
Siyasi himaye ve şiddetin meşrulaşması asla kabul edilemez. Şiddetin en tehlikeli biçimi, kendisini “münferit” olarak gösterip aslında bir siyasal iklimin ürünü olarak ortaya çıkmasıdır. Bu yönüyle CHP Genel Başkanına yapılan saldırı, sadece bireysel bir cinnet haliyle açıklanamaz. Bu tür eylemler, çoğu zaman siyasi iktidarın doğrudan yönlendirmesiyle değilse bile, söylemsel olarak açtığı alan sayesinde gerçekleşir. Siyasi liderlerin hedef gösterici dili, muhalefeti düşmanlaştıran tutumu ve şiddeti örtük biçimde onaylayan söylemleri, tek tek bireylerde bir “görev” hissi uyandırabilir. Bu durum, demokrasinin yalnızca kurumlarını değil, toplumsal dokusunu da tahrip eder.
Şiddetin kurumsallaşması büyük bir tehlikedir. Türkiye siyasi tarihinde şiddetin toplumsal onay kazandığı ve siyasetle iç içe geçtiği pek çok dönem yaşanmıştır. 1970’li yıllarda sağ-sol çatışmalarının derinleşmesi, devlet içindeki bazı hukuk dışı unsurların 1990’larda Kürt meselesi çerçevesinde güvenlik bürokrasisi aracılığıyla sivil alana müdahalesi ve faili meçhul cinayetlerle birlikte oluşan “devlet şiddeti” algısı, bu durumun örnekleridir. Bugün yaşadığımız süreç ise bu tarihsel birikimin, daha ince ayarlanmış fakat bir o kadar yıkıcı bir versiyonunu temsil ediyor. Şiddetin meşrulaştırılması artık açık baskılarla değil, toplumsal kutuplaşma üzerinden yaratılan bir iklimle sağlanıyor.
Bu bağlamda, şiddeti sadece fiziksel saldırılarla sınırlı görmemek gerekir. Medyada, miting meydanlarında ve sosyal medya platformlarında muhalefete, gazetecilere ve sanatçılara yönelen dilsel şiddet; kamusal aklı aşındıran, hakikatin altını oyan ve toplumu sürekli bir “iç düşman” paranoyasıyla terbiye etmeye çalışan bir mühendislik faaliyetidir. Bu ortamda gelişen her saldırı, failin bireysel patolojisinden çok daha fazlasını ifade eder; bir rejimin siyasal karakterini ortaya çıkarır.
Şiddet kültürünün kimseye fayda getirmeyeceği açıktır. Şiddet, en nihayetinde onu teşvik edenleri de yutan bir canavardır. Bugün muhalefeti susturmak ve toplumu hizaya sokmak için kullanılan bu yöntemler, yarın istikrarı imkânsız kılan bir kaosa dönüşebilir. Şiddet bir kez norm haline geldiğinde, sınırlarını belirlemek mümkün değildir. Hiçbir iktidar, böyle bir toplumsal düzende uzun süre ayakta kalamaz. Demokratik siyaset, ancak fikirlerin özgürce yarışabildiği, itirazın meşru ve güvenli olduğu bir zeminde var olabilir.
Demokratik cesaretin zamanı gelmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanına yapılan saldırı, bir meczubun öfkesiyle açıklanamaz. Bu saldırı, uzun süredir inşa edilen bir siyasal dilin, bir zihniyetin ve tahammülsüzlük kültürünün ürünüdür. Bu noktada, yalnızca saldırıyı kınamak yeterli değildir. O zihniyetle yüzleşmek ve onu besleyen tüm siyasal mekanizmaları teşhir etmek gerekir. Şiddetin normalleşmesine karşı verilecek mücadele, demokrasi mücadelesinin ta kendisidir.
Genel Başkanımız Sn. Özgür Özel’e yönelik gerçekleşen saldırıyı kınıyor, kendisine geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.
Saygılarımla,
Av. Sertaç EKE